“Ben hala tornacı Abdullah Karakuş’um”

Onunki “Okumadığı için sanayiye verilmiş” bir çırağın hikayesi değil!  “Beni zanaata verin” diye ailesine yalvarmış; çocukluğunu, gençliğini, yetişkinliğini sanayide yaşamış ve son nefesine kadar üretimin başında kalacak bir portre… Bugünlerde ikinci büyük fabrikasını açmaya hazırlanan AKKO’nun Yönetim Kurulu Başkanı; çıraklık, kalfalık, ustalık dönemlerinin ardından fabrikatörlüğü konuşulurken hala “Ben tornacı Abdullah Karakuş’um diyor.

Abdullah Karakuş’u yakından tanımak istesek bize neler söylersiniz?

Çocukluk çağım çok mutlu geçti. Konya’da doğdum. Babam seyyar meyve sebze satardı, annemin de tüm işi gücü yuvasıyla ilgilenmekti. Yokluk var mıydı, elbette vardı. Ama o dönemde para-pul, imkan; kimsede yoktu zaten. Her akşam evimize gelen bir sepet meyve, dünyalara değerdi. Babam sayesinde meyvenin sebzenin en güzeli bize gelirdi. Kız kardeşimle kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık.

Fabrikanızın girişinde henüz çocuk denecek yaşta torna başında çekilmiş bir fotoğrafınız asılı… İş hayatına çok erken atılmışsınız.

Tornacılıktan önce küçük bir iş maceram daha vardı. İşe başladığımda yaşım altıydı. Sebzeci bir babanın çocuğu olunca ilk işim pazarda sebzecilik oldu haliyle. Babamı ziyaret etmiştim. Önce birinin besili horozunu sattım, sonra babam üç demet maydanoz verdi elime, “Bunların tanesini 50 kuruştan satar mısın?” dedi. Satıldı elbette. Akşam babam “Al, bunu sen kazandın” dedi ve elime 1 buçuk lira koydu. Ne müthiş şey! Elimde bir para var ve onu ben kazandım. Şimdi kazandığım bu parayla güzel bir şey yapmam gerekti.

Küçücük bir bakkalımız var o zamanlar, bugünün abur cuburunu bulmak ne mümkün! Gidip bir paket çekirdek aldım. Kız kardeşimi de alıp terasa çıktım, köy manzarası karşısında oturup çekirdek çitlerken “Abim, ben haftaya babamla yine gider para kazanırım” dedim. Yıl 1970’ti ve 1990’a kadar babamla pazara çıktım.

Ama sanayiye de adım attınız… İki işi bir arada mı yürüttünüz?

Evet, hem sanayideki işimi yaptım hem de babama yardım ettim. Büyük bir minnetle yaptım hatta. İlkokulda başarılı olabilirdim ancak kimden gördüysem, aileme “Beni ‘karalı sanat’a gönderin, ‘karalı sanat’ta çalışmak istiyorum” diye tutturdum. (Karalı Sanat: O dönemin sanayi koşullarında yağ ve pas içinde çalışırken eli yüzü siyaha boyanmış tornacıların zanaatı.) 1976’da henüz 12 yaşındayken sanayide çırak oldum, ama ne çırak! 15 günlük çırakken kaynak gibi zor işlerin bile üstesinden gelmeye başlamıştım. Birkaç aylık çırakken de elimde kumpasla hassas işler yapmaya başladım. Beceri edindikçe daha da çok severek gidiyordum. Zaten iki aylık çırakken yanında durduğum kalfa gitti ve tornası bana kaldı. Daha fazlasını öğrenmek bir fırsattı.

Daha çocuk yaşta adım attığınız sanayideki, o zorlu dönemi çok net hatırlıyorsunuz. Usta çırak ilişkileri nasıldı?

İlk ustam muazzam iyi bir insandı. Severek öğretirdi ve zanaatını günden güne edinmemden gurur duyardı. Ama o dönemde ailemin bir akrabamızın yanında işe vermek istemesiyle yollarımızı ayırdık ancak hep irtibatta kaldık. Sanayiye adım atarken aileniz ustaya “Eti senin kemiği benim” der. Bazen ustalar bu yaklaşımla çırağa eziyet etmeyi de kendine hak görür. Sonraki ustam haksız yere el kaldırınca işi bıraktım. Ardından kalıp işi yapan Vahit Usta’mın yanına geçtim. İyisi de vardır ustanın kötüsü de… Ama bence birine bir zanaat aşılamak, iş öğretmek ve o işi sevdirmek; babalık kadar kutsal! Ancak bugün fabrikamızın çalışanlarına yönelik hassasiyetimin temelinde, zaman zaman acı ve güzel günlerin payı var.

Usta oldunuz… Pekiyi, kendi üretiminize nasıl adım attınız?

Zaman zaman anlaşmazlıklar, haksızlıklar, uyumsuzluklar sebebiyle iş değiştirdim. Ama artık büyümüş ve zanaatımda ilerlemiştim. Ailemden beni evlendirmelerini istedim, bugün hala eşim olduğu için şükrettiğim o mukaddes insanla evlendik. Sırf masraf etmemek için düğün pilavı bile döktürmedim zira planlarım vardı. Eşimin düğünde takılan bilezikleri, ilk atölyemin sermayesi oldu. 1986 yılıydı. İkinci el bir torna ve küçük bir atölye ile yola çıkıp piyasa işleri yaptım. O dönemin ihtiyaçları yedek parçaydı. Bir yandan babamla muhacır pazarında sebze satmaya devam ettim. Hemen ikinci el ikinci tornayı da aldım. 1987’de fason imalat yapan bir toptancıya yedek parça üretmeye başladım. İş büyüyordu, yeni yatırımlar gerekiyordu… Puntasız taşlama tezgahı aldım. İş yine büyüyordu, Türkiye sanayisinin üretim ihtiyaçları artıyordu. Bilhassa otomotivde… 90’lı yılların başındayken  CNC furyası tüm imalatı kasıp kavuruyordu. O zamanlar CNC, aklın ve hayalin alamayacağı bir şey… Sahip olmak için gözüme uyku girmiyordu. Yıl 1996, yine eşim cefayı göze aldı ve bir CNC sahibi olabilmek için evimizi sattık. TAKSAN TLC 630, sahip olduğumuz ilk CNC’miz, gözbebeğimiz… Gece-gündüz derken çift vardiya çalıştık ve aldığımız yüklü işlerle CNC, beş ayda kendini amorti etti. Çok şükür bizim de yeniden bir evimiz oldu.

Yedek parçadan takım üretimine nasıl geçtiniz? Bugün 86 ülkeye ihracatla, küresel pazarda hatırı sayılır bir markasınız takımda…

Bir firmadan aldığım takım, üreticinin hatasından dolayı kırıldı. Üretici firma hatasını kabul etmemek için direnince, o dönemdeki önemli bir fuara, kırılan takımı da alıp gittim ve firmaya “Bunu ben üreteyim de siz takım görün” dedim. Altyapısı 2002 yılında başladı. Fizibilite, çok uzun bir araştırma, uygulama süreçleri ve çok büyük bir sabır sonucu her şeyi bırakıp takıma koştuk. Kendimizi adadığımız bir işti ve 2004 yılında artık bir takım üreticisiydik.

Ya sonra?

Çocuklarım yetişmeye başlıyordu, çocuk yaşta üretimin içine girdiler ancak hepsi kendi alanlarında üniversitede ihtisas yaptılar. Takım işine girince üniversal tezgahlardan kurtuldum. En iyiyi en hızlı üretmek için gelişmiş, ileri teknolojiler gerekiyordu. Döneminin en iddialı CNC teknolojileri parkurumuza girdi. Uzmanlaşmaya göre iş planı yaptık, uzmanların en iyisini bulup getirdik. Yazılım ve tasarım konusunda atılım yaptık. Yaptığımız her atılım, her yenilik, her teknolojik yatırım; bize yeni bir iş, yeni bir üretim, yeni bir kazanç olarak döndü. İhracat gücümüz arttı, bugün 86 ülkede AKKO takımları kullanılıyor. Çocuklarım Ömer, Ahmet ve Mustafa yetişip işin başına geldiler.

İkinci kuşağı nasıl gözlemliyorsunuz?

Çok keyifle izliyorum. Yönetim kurulundaki işbölümleri, tartışmaları, bir fikrin ardından günlerce koşmaları, sorumluluk duyguları… Hepsini geride durup izliyorum ve ihtiyaç duydukları manevi desteği; onlara güvenerek, amaçlarına inanarak veriyorum. Tıp Fakültesi mezunu olan kızım Özlem, doktor olarak görev yapıyor. En küçük oğlum da kendini işe hazırlıyor.

Abdullah Karakuş boş zamanlarında neler yapar?

Doğayı çok severim. Doğanın engebeli yollarına uygun araçları kullanmayı tercih ederim.  Bir çiftliğimiz var. Süt ürünlerimizi, yumurtamızı; yazlık kışlık konservemizi kendimiz üretiyoruz. Annem, eşim, çocuklarım, gelinlerim ve torunlarımla bir araya gelmek benim için en büyük mutluluk…